Yönetmen Richard G. Schenkman’ın 2007 yapımı The Man From Earth filmi, bilim kurgu türünün alışılmadık, ama bir o kadar etkileyici örneklerinden biri. Altı üniversite profesörü tarafından gerçekleşen bir tartışma ele alınmakta ve bu tartışma beraberinde gelen antitezler, şaşkınlıklar ve hayal kırıklıkları dile getirilmekte.
Tarih profesörü John Oldman’ın ani taşınma kararı üzerine ona veda etmeye ve beraber son bir gece geçirmeye karar veren arkadaşları, John’un evine gider. Bir arkeolog, bir biyolog, bir psikiyatr, bir antropolog ve bir teologtan oluşan grup, John’un gitmeden önce beklenmedik bir soru sormasıyla afallar ve tartışmaya başlar. ‘Sizce neopaleolitik dönemden bugüne hayatta kalmayı başarabilmiş bir insan olsaydı, nasıl olurdu?’
Sorunun mantıksızlığı tüm grubu hayrete düşürmüş olsa da hepsi kendi alanlarından da yola çıkarak bilimsel yorumlar yaparlar fakat John bu cevaplardan tatmin olmamış görünmektedir. Arkadaşlarının her açıklamasından sonra onları çürütecek nitelikteki sorularının ardı arkası gelmez. En sonunda kurduğu cümle ise, filmin tüm gidişatını değiştirecektir. John 14 bin yıldır kendisinin de bilmediği bir sebepten ötürü ölmediğini ve günümüze kadar geldiğini iddia eder. Duydukları karşısında şaşkına dönen grup önce John’un yalan söyleyip söylemediği üzerinde dursa da ilerleyen dakikalarda arkadaşlarının anlattığı olayları, onun iddiasıyla hayatından kesitleri, dinledikçe bunların üzerinde konuşmaya başlar ve John’un iddialarına antitezler üretir.
Bilimsel açıklamaları ve ürettikleri antitezlerle kesin bir sonuca ulaşamazlar ancak her biri büyük bir psikolojik buhrana uğrar. John’un akıl sağlığından endişe etmelerinin yanı sıra söylediklerinde en ufak bir gerçeklik payı olma düşüncesi bile hayatları boyunca öğrendikleri, öğrettikleri, inandıkları ve savundukları neredeyse her şeyle ters düşmektedir. Bir biyoloğun yaşam, teoloğun din, arkeoloğun ve antropoloğun insan, son olarak da eşini yeni kaybetmiş psikiyatrın ölüm ile ilgili tüm bildikleri dev bir taşın altında eziliyordur ve ellerinden gelen hiçbir şey yoktur.
‘‘ John anlattıklarını hiçbir şekilde kanıtlayamaz. Nasıl biz de aynı şekilde kesin olarak yalanlayamazsak. Ne kadar açık fikirli ve eğitimli olursak olalım, anlattıklarını kesin olarak yalanlamamız mümkün değil. Ya gerçekten mağara adamı, ya deli ya da yalancı. Madem böyle düşünüyoruz, konuşmaya devam edelim’’
Filmin en büyük kırılma noktası, John’un İsa olduğunu söylemesiyle gerçekleşir. Yüzyıllardır süregelen inançların birkaç cümleyle alt üst olması, sarsıcı etkilerinin yanında büyük hayal kırıklıkları hatta öfke yaratır. Çoğu toplumun senelerce en büyük dayanağı haline gelmiş din algısı, Tanrı’nın varlığı ve kutsal kitapların gerçekliği sorgulanır John’un bu iddiasıyla. ‘‘Ya hep inandığın şey gerçek değilse?’’yi, ‘‘Acaba?’’yı kafamızda canlandıran ve bizleri o odadaki herkesle beraber düşünmeye, sorgulamaya ve kimi zaman da onlarla yıkılmaya iten film, adeta onlarla birlikte o odada olmak istememize sebep olur.
‘‘Ben Tevrat okuyarak büyüdüm, eşim de Kuran okuyarak,. Büyük oğlum ateist, küçük oğlum scientolog, kızım da Hinduizm okuyor. Sanırım evimin salonunda bir din savaşı çıkması için yeterince sebep var, ama hepimiz Yaşa ve Yaşat’ı uyguluyoruz.’’
Öte yandan ‘ölmüyor olmanın adaletsizliği’ gündeme geliyor film ilerledikçe. Eşini yeni kaybetmiş psikiyatrın öfkesini, karışıklığını, kırılmış kalbini ve dumura uğramış gözlerini görüyoruz. Ölüm gerçeğiyle bir hayat kurmanın, o hayatı sürmenin yükü ve içimizde yarattığı kızgınlık, ölümsüz John’a olan tepkiyle karşımıza çıkıyor.
Filmde John’un anlattıkları bir flashback ile gösterilmiyor, kendi kafamızda yaratmamız isteniyor. Çünkü gerçek, bize gösterilen değil, bizim yarattığımızdır. Nesilden nesile, toplumdan topluma aktarılan hikayeler, mitler, ve hatta inançlar da tıpkı John’un hikayesini kafamızda canlandırdığımız gibi, bizler tarafından yaratılıyor ve bizim gerçeğimiz haline geliyor.
Filmin sonunda gelinen nokta ise içimizde bir burukluk yaratıyor. Bu büyük tartışmanın sonunu John’un tüm anlattıklarının yalandan ibaret olduğunu söylemesi getiriyor. Hayatını yepyeni bir anlayışla yeniden kurmak zorunda olmamanın verdiği rahatlığı görüyoruz profesörlerin yüzlerinde. Bu da bağlı olduğumuz, terk etmeye içimizin elvermediği inançlarımızın, tüm doğrularımızın yanlış olabileceği gerçeğiyle yüzleşemeyeceğimizin bir vurgusu olarak karşımıza çıkıyor.
The Man From Earth, mekan, ışık, görsel efekt, oyuncu kullanımı hatta müzik seçimiyle bile büyük bir sadelik içerisinde. Bütün bu sadelikle, dünya tarihinin tek bir odaya sığdırılışını ironik bir şekilde gözlemliyor, gerçeği, Tanrı’yı, yaşam ve ölümü tekrar tekrar sorguluyoruz.
‘Bir soru da ben sorabilir miyim’ demek istercesine izlediğimiz film, her izlenişinde yepyeni bir farkındalıklar yaratıyor, ufkumuzu genişletiyor.
‘you know it’s true
nothing lasts forever
but maybe some things do’
Yazar: Ada Canıgüz